Prof. Dr. Kutlay Yağmur (Eğitim-Bilim Gündemi) Avrupa Birliği ve Çağın Koşullarına Uygun Dil Hakları

 

Türkiye’deki siyasi iklime ilişkin hiçbir şekilde makale yazmak istemiyorum. Oradaki bölünmüşlük ve parçalanmışlığın zaten bir yığın zorlukla mücadele etmek zorunda kalan yurttaşlarımızın gündemine taşınmasını hiç tercih etmiyorum. Anavatanımız Türkiye göz göre göre felakete sürüklenirken siyasilerin akıl tutulması yüzünden ülkemiz kan gölüne çevrilmiş durumda. Terörden ve insan kanından beslenen emperyalist uşaklar masum insanların kanı üzerinden siyaset yapmaya devam ediyorlar. Umarız en kısa zamanda bu akıl tutulması sona erer ve belli kişilerin ve grupların şahsi istikballeri için güzel vatanımız kurban edilmez.

Bizim göçmen gündemimiz elbette anavatanla bağlantılı oluyor ancak burada da bizi ilgilendiren çok ciddi sorunlarımız var. Bu sorunları yaşadığımız toplumun siyasi dokusu içinde bizler çözmek zorundayız. Yaz tatili öncesi gündeme getirdiğimiz anadili eğitimi konusunda imza kampanyasının sonuçlarını merak etmiştik. Bu konuda herhangi bir gelişme olmadı. Genç nesillerin Türkçesiz büyümeleri, kimlik algıları ve aidiyet duyguları üzerinde ciddi etkiler yapacaktır. Bu konuda yazdığımız onlarca yazıyı burada tekrar etmenin anlamı yok artık. Toplum kendine bir yol haritası çizmelidir. Bu yol haritası elbette bilenlerin rehberliğinde olması gerekir. Her bilen de toplum içinde ve toplumla hareket etmediği için işimiz çok zordur. Türkçe İçin El Ele günlerinde oluşturulan muazzam ortak enerji yok olmuştur. Ancak toplumsal davalar gruplara ve kişilere indirgenemeyecek kadar kutsaldır. Söz konusu olan toplumun anadili ve kültürel değerleridir.

Gençlerden oluşan sivil toplum kuruluşlarına çok ciddi rol düşmektedir. Türk gençleri kendi aralarında kurdukları derneklerle çok olumlu faaliyetler yürütmektedir. Ancak mangal partileri, sahil toplantıları ve pahalı mekânlarda dostlarla “borrel-en” yoluyla kendi bireysel tanış ağınızı genişletip etkili “netwerken” yapabilirsiniz ama toplumunuzun acil sorunlarına ilgisiz kaldığınız sürece yiyip içtiklerinizle kalırsınız. Gençlerimizin önemli bir kısmı artık Türkçe de okumadığı için bu yazıyı okuyanlar da çok az olacaktır. Ama bir kişi de okusa yeter diyerek özellikle gençlik örgütlerimizin dikkatini bu yazıya çekmek istiyorum. (İsteyen gençlere yazının özünü İngilizce olarak da gönderebilirim).

Bu seri yazıda bir kez daha dil hakları tartışmasına gireceğim ve hak olarak iddia ettiklerimizi ille de uluslararası yasa ve yönergelere bağlamak zorunda olmadığımızı, HAK kavramının mücadele ile alınması gerektiğini vurgulamak istiyorum. Aklı başında 8-10 siyasetçi, 3-4 sivil toplum örgütü ve birkaç uzmanın işbirliği ile anadili eğitimi haklarımızı kesinlikle elde edebiliriz. Artık bölünmüşlük ve çekişme ortamından sıyrılıp çıkılması gerekiyor. Bireyler ve menfaatler etrafında örgütlenmiş sivil toplum örgütü olamayacağı için artık kişisel kaprislerden ve egolardan uzak insanların işbirliğine ihtiyaç vardır.

Bu yazının birinci bölümünde Hollanda’daki anadili davası bağlamında düşüncelerimi aktardıktan sonra Birleşmiş Milletler, UNESCO ve Avrupa Konseyi’nin anadili eğitimi haklarına yaklaşımlarını sunacağım. Sonrasında da bizim Hollanda siyasetine ve Avrupa Birliği kurumlarına sunacağımız somut talepleri sunacağım.

Hollanda’daki Anadili Mahkemesinin Temel Taşları: Çocuk Hakları Antlaşması

Hollanda Türk toplumunun Hollanda devletini mahkemeye verdiği davada Türk kökenli avukatların üzerinde ayrıntılı olarak durdukları uluslararası antlaşmalardan birisi Birleşmiş Milletlerin Genel Kurulunda Kasım 1989’da kabul ettiği Çocuk Hakları Anlaşmasıydı (The Convention on the Rights of the Child). Söz konusu uluslararası belge tüm dünya çocuklarının anadili ve kimlik hakları için model olma niteliğindedir. O maddeleri kullanarak azınlıkların çocuklarının haklarına sahip çıkması mümkün değildir ancak o maddeleri ilke edinerek öncelikle azınlıkların kendilerini bilinçlendirmeleri ve bu konuda duyarlılık yaratmaları mümkündür. Bu duyarlılık oluştuktan sonra mücadele daha kolay olacaktır.

Çocuk Hakları beyannamesinin birkaç maddesini tartışmamız öne süreceğimiz etnik grupların anadili hakları girişimi için bize bir temel oluşturacaktır. Bu anlaşmanın 29.1c maddesine aşağıdaki gibidir:

Madde 29.1c

Üye devletler çocuğun eğitimi konusunda aşağıdaki hususlarda mutabıktırlar:

Çocuğun ailesine, kültürel kimliğine, diline ve değerlerine, içinde yaşadığı ülkenin ulusal değerlerine, kültürel kökenlerinin olduğu ülkenin değerlerine ve kendininkinden farklı medeniyetlere saygının geliştirilmesine yönelik olmalıdır.

Madde 30

Topraklarında etnik, dinsel veya dinsel azınlıklar barındıran ülkelerde herhangi bir etnik gruba dâhil olan çocukların kendi toplumları içinde kendi kültürünü yaşatması, kendi dininde ibadet etmesi veya kendi anadilinde konuşma hakkı inkâr edilmemelidir.

29’uncu maddeye göre 30’uncu maddenin daha genel olduğunu görüyoruz. Ancak her iki maddede çocukların dil hakları açık bir dille ortaya konmaktadır. Çocuk hakları beyannamesinde anadili hakları dile getirildiği halde hukuksal olarak bağlayıcı unsurlar içermediği için devletler üzerinde yaptırım gücü yoktur. Nitekim Hollanda mahkemesi devletin azınlıkların anadilinde eğitim yaptırmak gibi bir zorunluluğu olmadığına karar vermiştir. Bu durumda, uluslararası anlaşmaların yaptırım gücü olmadığı sürece neden yapıldığını sorgulamak gerekmez mi? Bir taraftan evrensel olarak tüm çocukların dilsel, dinsel ve kültürel hakları vardır denilecek diğer taraftan da bu hakların güvence altına alınması için hiçbir bağlayıcı hüküm olmayacak! Bunu hukuki ve insani olarak açıklamak güçtür. Buradan somut bir politik söylem çıkarılması mümkündür: devlet üstü kurumlar ulus-devletlerin iç işlerine karışamamaktadır. Yani “ulus-devletler öldü” tezini savunanlar hayal dünyasında yaşamaktadırlar.

Birleşmiş Milletler ve Dil hakları

Dünya genelinde devletlerin insan hakları konusunda vatandaşlarından çok daha geride olduğunu öne sürebiliriz. Sivil toplum örgütleri ve insan hakları savunucuları bir ülkede yaşayan insanların eşit haklara sahip olması konusunda çok daha somut öneriler sunmaktadır. Geçmişe kıyasla insan hakları konusunda elbette çok mesafe kat edilmiştir ancak daha hâlâ dilsel azınlıklar konusunda insanlık istenilen düzeye kesinlikle gelememiştir. Elbette Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği (AB) gibi devlet üstü kurumlar artık ayrımcılığın ve ırkçılığın kabul edilemez olduğunu yayımladıkları beyannamelerle ilan etmektedirler. Özellikle Avrupa Birliği tüm insanlığa örnek olacak şekilde çoğulcu politikalar geliştirmeye devam etmektedir. Daha 1980’lerde Avrupa’da yerel dilsel azınlıkların maruz kaldıkları baskı ve anadillerini konuşamamaları gerçeğini düşünürsek gelinen aşamada AB çok mesafe kat etmiştir. Avrupa Birliği devletler üstü bir kurum olarak çoğulculuktan ve azınlık haklarından yanadır ve bu konuda birçok bildirge yayımlamıştır ancak AB’ye üye devletlerin birçoğunun bu idealleri eşit şekilde paylaştığını iddia etmek zordur. Birçok AB üyesi ülke etnik ve dilsel çoğulcu politikaları kabul etmemektedir. AB’nin kurucu üye ülkelerinden birisi olan Fransa daha hâlâ Yöresel Diller ve Azınlıklar antlaşmasını parlamentosunda onaylamamıştır. Bulgaristan ve Yunanistan gibi ülkeler de buna dâhildir.

Daha çoğulcu politikaların gerçek anlamda uygulanabilmesi için bu yazımda yapılması gerekenleri sunacağım. Mevcut durumu kavrayabilmek için önce ne tür yasalar ve uygulamalar olduğunu değerlendirip sonra atılması gereken adımları tartışacağım.

1948 yılında yayımlanan Uluslararası İnsan Hakları Beyannamesinde belirtildiği gibi azınlıkların her türlü dilsel, dinsel ve kültürel hakları yasalarla korunmalıdır. Bu konuda son yıllarda artan bir bilinç vardır. Uluslararası hukuka göre de azınlıkların haklarının koruma altında olması gerektiği vurgulanmaktadır. 1993 yılında Birleşmiş Milletler tarafından Viyana’da yapılan Dünya İnsan Hakları konferansında vurgulandığı gibi: azınlıkların haklarının korunması içinde yaşadıkları ülkenin sosyal bütünlüğü ve güvenliği için de önemlidir. Bu temel insan haklarına gösterilmesi gereken saygının sadece azınlıkların kültürel haklarına saygı bağlamında değil aynı zamanda içinde yaşanılan toplumun güvenliği ve huzuru için de koşul olduğu hem Birleşmiş Milletler hem de Avrupa Birliği belgelerinde sıkça dile getirilmektedir. Ancak uygulamaya baktığımızda karşımıza ciddi sorunlar da çıkmaktadır. Uluslararası yasa ve mevzuat eleştirel bir gözle incelenince bu yasaların kesinlikle yeterli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Örneğin, BM tarafından 1966 yılında yayımlanan Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar antlaşmasının 27’inci maddesi aşağıdaki hükmü içermektedir:

Etnik, dini ve dilsel azınlıklar barındıran ülkelerde yaşayan ve bir etnik, dini veya dilsel azınlık grubuna ait olan bireylerin kendi toplumları içinde kendi anadillerinde konuşma hakları, kendi kültürel değerlerini yaşatma hakları ve kendi dinlerinde ibadet etme hakları göz ardı edilmemelidir.

Söz konusu hüküm bir kuraldan ziyade bir dilektir. Bu antlaşma maddesi üye devletler açısından hiçbir yaptırım gücü olmayan bir maddedir ve iyi dilekten öte bir gücü yoktur. Her şeyden önce bu maddede herhangi bir azınlık tanımı dahi yoktur. Yunanistan Avrupa Birliği kurallarına aykırı olduğu halde yerel azınlıkların dilsel haklarını vermemekte direnmektedir. Bunu da Lozan antlaşmasına dayandırarak azınlık kavramını “din” ölçütüne bağlamaktadır. Eğer Birleşmiş Milletlerin veya Avrupa Birliğinin bu konuda somut kabul edilebilecek ölçütleri olsaydı bu siyasal ikiyüzlülüğü yapması mümkün olamayacaktı. Nitekim bu konuda çifte standart sergileyen sadece Yunanistan değildir; birçok ulus-devlet aynı siyasal ilkesizliği sergilemektedir. 27’inci maddede dile getirilen önemli bir ayrıntı da gruplar yerine bireylerden bahsedilmiş olmasıdır. Bu durum da “toplumsal” hak arayışlarını sınırlamaktadır. Bireysel haklar medeni haklar kapsamında olduğu için siyasal düzleme çekilmesi zorlaşmaktadır. Bu da hem Birleşmiş Milletlerin hem de Avrupa Birliğinin aslında kaleme aldıkları maddeleri çok bilinçli bir şekilde devletlerin hükümranlık haklarına hiçbir zarar vermemek için oluşturduklarını kanıtlamaktadır. Bu açıdan bakınca en üst düzeyde çifte standartla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.

1966’da Birleşmiş Milletlere hâkim olan ulus-devlet dokunulmazlığı yargısının sonraki bildirgelerde değiştiğini görüyoruz. Örneğin 1992 Birleşmiş Milletler Aralık ayı genel kurulunda açıklanan BM Etnik, Dini ve Dilsel Azınlıkların hakları beyannamesinin 4’üncü maddesinde ilk defa devletlere çok sınırlı da olsa yaptırımdan söz edildiğini görüyoruz.

Üye devletler ülkelerinde yaşayan azınlık gruplara ait bireylerin kendi kültürlerini ve özelliklerini geliştirmeleri için onların anadillerini öğrenmeleri ve öğretmeleri ve yaşadıkları ülkenin ekonomik gelişimine ve büyümesine destek olmaları için gerekli uygun koşulların yaratılması için önlemler alır.

Elbette söz konusu 4’üncü maddenin de herhangi bir yaptırım gücü olduğundan söz edilemez. Önceki bildirgelerde olduğu gibi burada da bir dilek vardır. Ancak söz konusu dilek önceki yıllardakine oranla daha güçlü dile getirilmiş ve ilk defa anadilin öğrenilmesi ve öğretilmesi için önlemlerden söz edilmiştir.

UNESCO ve Dil hakları

Dil hakları konusuna UNESCO ve Avrupa Birliğinden de birkaç örnek verdikten sonra ulus-devletlerden ve uluslararası kuruluşlardan biz ne tür yasalar ve kurallar bekliyoruz konusunu tartışacağız. Son yıllarda dil hakları konusunda en ciddi işleri yapan uluslararası kurumlardan birisi UNESCO’dur. Birçok sivil toplum örgütünün de katılımıyla UNESCO Haziran 1996 tarihinde Barselona şehrinde Evrensel Dil Hakları Beyannamesine imza atmıştır. Bu önemli metnin en can alıcı özelliği devletlerden değil dillerden ve dilsel gruplardan bahsediyor olmasıdır. Ve ilk defa açık bir dille yöresel azınlıklardan ve göçmen azınlıkların dillerinden bahsedilmiştir. Avrupa Birliği ilk ve son defa 1977 yılında göçmen dilleriyle ilgili yasal bir metin hazırlamıştı ve sonrasında göçmen dilleri hiçbir şekilde gündemlerine gelmemişti. Nitekim göçmen dillerinin yerel azınlıklara kıyasla hiçbir hakları olmadığı da sürekli gündeme getirilmişti. UNESCO 1996 yılında yayımladığı beyanname ile ilk defa diller arasındaki ayrımcılığın kabul edilemez olduğunu vurgulamış oldu. Bu açıdan bakınca orada dile getirilen bazı maddeler bizim de sunacağımız önerilerin temelini teşkil edecektir. Barselona bildirgesindeki bazı maddeler konunun özüne işaret etmektedir. Örneğin 1’inci maddenin 5’inci fıkrasına göre:

Madde 1.5

Bu bildirgeye göre bir toplum içinde aynı dili konuşan ve yaşadığı bölgede yerleşik olan veya başka bir dil grubunun içinde yer alan ve ait olduğu grupla tarihsel bağları olan bir grup dilsel bir grup olarak adlandırılır. Göçmenleri, sığınmacıları ve diaspora toplumları bu dil gruplarına örnek olarak verilebilir.

Avrupa toplumlarının en büyük saplantısı olan uyum (entegrasyon) ve dilsel-kültürel eritme (asimilasyon) kavramları 4’üncü maddede aşağıdaki gibi ele alınmaktadır.

Madde 4.1

Bu bildirgeye göre kendi toplumundan ayrılarak başka bir ülkeye giden kişiler içine girdikleri topluma uyum sağlama hakkına ve sorumluluğuna sahiptirler. Bundan anlaşılması gereken bu kişilerin kendi kökenlerine ait değerleri muhafaza ederken içine girdikleri toplumun değerlerini, kültürlerini ve davranış şekillerini de öğrenmeleri böylece içinde yaşadıkları toplum içinde sosyal uyum sorunu olmamasıdır.

Madde 4.2

Bu bildirgeye göre asimilasyon, içinde yaşanılan topluma mutlak uyum olarak tanımlanmaktadır ve bireyin kökenine ait kültürel değerler tamamen yok olmakta ve içine girilen toplumun değer yargılarıyla, kültürüyle ve davranış şekilleriyle yer değiştirmektedir. Asimilasyon hiçbir şekilde dayatılmamalı tamamen bireyin kendi özgür iradesiyle olmalıdır.

Dördüncü maddede dile getirilen hususlar oldukça açıktır. Ulus-devletlerin “entegrasyon” kılıfı altında dayattıkları asimilasyon politikası açık bir şekilde dile getirilmekte ve bunun hiçbir şekilde dayatılmaması önerilmektedir. Avrupa Birliğinin ünlü Yöresel Azınlıkların Dil Hakları anlaşması bu bildirgenin 5’inci maddesinde üstü örtülü bir şekilde eleştirilmektedir.

 

Madde 5

Bu bildirge resmi, yöresel veya azınlık tanımlamalarından bağımsız olarak hukuki olarak tüm grupların dillerinin EŞİTLİĞİ ilkesi üzerine inşa edilmiştir. Her ne kadar yöresel veya azınlık dillerinin haklarının korunması ve desteklenmesi için bu terminoloji gerekse de bu bildirgede bu terimler kullanılmamıştır çünkü bu grupların hakları sınırlandırılırken bu tür ayrımcı tanımlar kullanılmaktadır.

Avrupa Birliğinin bu konuda yayımladığı yasalar ve bildirgeler oldukça fazladır. Burada konuyu daha fazla uzatmamak için daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim ancak Avrupa Konseyinin Bask, Katalan veya Korsika azınlıklarına yönelik hazırladığı kural ve ilkelerin göçmen grupları içinde geçerli olması gerektiğini hatırlatmamız gerekiyor. Evinde yaşadığı ülkenin dili dışında bir dil konuşan her çocuğun dil hakları vardır ve bu temel insan hakkı tüm çocuklara ayrım yapılmaksızın tanınmalıdır. Bu bağlamda Avrupa Birliğine, UNESCO’ya, Birleşmiş Milletlere ve Avrupa Konseyine aşağıdaki DÜNYA ÇOCUKLARI DİL HAKLARI BİLDİRGESİNİ öneriyoruz:

  • Etnik, dilsel, ırksal ve dini kökenlerinden bağımsız olarak TÜM ÇOCUKLAR EŞİTTİR.
  • Köken siyaseti yapmak kabul edilemez.
  • Etnik, dilsel, ırksal ve dini kökene dayalı ayrımcılık cezai işleme tabi olmalıdır.
  • Dil yasakları kabul edilemez. Her çocuğun annesinden öğrendiği dilde konuşma hakkı en temel ve evrensel haktır. Okullarda karşılaşılan resmi dil dışında bir dil konuşma yasağı kabul edilemez.
  • İçinde yaşanılan toplumun resmi dilinden farklı bir dilde konuşan grupların anadili hakları yasayla güvence altına alınmalıdır.
  • Azınlık dillerinde eğitim hakkı temeldir. Devletler bu hakkı güvence altına almak zorundadır.
  • Okul öncesi eğitimde iki dilli eğitim yaklaşımları benimsenmeli özellikle göçmen çocuklarının dilsel asimilasyona tabi tutulması yerine hem anadillerinde hem de resmi dilde eğitim almaları sağlanmalıdır.
  • İlköğretimin en az ilk iki yılında anadilde eğitim yapılmalı ve çocukların hem anadillerinde hem de resmi dilde okuma-yazma öğrenmesi sağlanmalıdır.
  • İlköğretimin ilk yıllarından itibaren tüm çocuklar anadilleri dışında en az iki dil öğrenmelidir. (Bunun yapıldığı ülkeler vardır ve bu mümkündür.)
  • Avrupa Birliği gibi hukukun üstünlüğüne mutlak bağlılığı olan kurumların dilsel, ırksal ve dini ayrımcılıklara kesinlikle izin vermemesi gerekmektedir. Bu doğrultuda üye devletlere yaptırım uygulanmalıdır.
  • Avrupa Birliğine üye devletlerin azınlık grupların dilsel ve kültürel haklarına saygı duyması ve farklı dil ve kültürlerin yaşatılması için somut önlemler alınması yasayla güvence altına alınmalıdır. Bu temel hakkı ihlal eden devletlere yaptırım uygulanmalıdır.
  • AB’ye üye ülkelerde dini, dilsel ve kültürel temelde ayrımcılık yapılmasına izin verilmemelidir. Bu tür sorunların karşılaşıldığı ülkelere gerekli yasal müdahalelerde bulunulmalıdır.
  • Dini, dilsel ve etnik temelde yapılan ötekileştirmeye karşı çıkılmalıdır.
  • Farklı kökenlerden gelen çocukların içinde yaşadıkları toplumun dilsel ve kültürel değerlerine saygı duyması ve içinde yaşadıkları topluma mutlak uyumları sağlanmalıdır.
  • Avrupa Birliğine üye tüm ülkelerin okullarında ırkçılık karşıtı eğitim programları olmalıdır.

Bu maddeler temel ilkeler olarak hem devlet kurumları hem de sivil toplum örgütleri tarafından içselleştirilmeli ve hayata geçirilmelidir. Azınlıklara ait bireylere de diğer kültürlere saygı ve uyum içinde yaşamın önemi öğretilmelidir. Bunun için de okul öncesi eğitimden başlayarak kademeli bir eğitim programı mutlaka hazırlanmalıdır.

Kutlay Yağmur
Dil, Kimlik ve Eğitim Profesörü, Tilburg Üniversitesi Öğretim Üyesi

Elektronik posta adresi: k.yagmur@uvt.nl

© InterAjans – Haberlerin tüm hakları İnterAjans’a aittir, izinsiz kullanılamaz.

 

 

 

Paylaş

Copyrıght 2013 FUEL THEMES. All RIGHTS RESERVED.

Back To Top
Inter Ajans
error: Content is protected !!